<$BlogRSDUrl$>

Köy

www.bulentata.blogspot.com/oykuler

2.8.03

 

Böyle olacağı daha baştan belliydi. Çoban köpekleri susmuş. Çıngıraklar susmuş. Menteşeler, çiviler olmasa ne bu kapıda kalır, ne kalkıp gider. Böyle tozlu bir yolda yağmuru bekler gibi olacağı bekliyor.

Kadınlar duvarlara vuruyordu. Ellerinin vurulabileceği her yeriyle. Sesleri çıkmıyor gözleri vuruyor. Bütün güçleriyle canhıraş yardım istiyorlar. Peşlerinde ölümden beter, acı bir lokma. Bütün bu anlatacaklarım yaşanmamış olabilirdi. Ama artık çok geç.

Başakların kıyısında oturuyor. Gözleri bulutsuz. Dudaklarının arasında belli belirsiz bir ıslık, ellerini gözlerine siper edip toz bulutuna bakıyor. Köyün yaslandığı tepeler “nerede kaldın” diyor... devamını getirmeyerek. Beyaz tepeler. Köye gelen yolu seyrediyor. Uzaklarda bir yol daha var. Otomobillerin gidemeyeceği, komşu köylerden gelen engebeli, bozuk bir yol. Köyün ışıkları söndüğünde, konuşmalar rüzgâra binip gezinir, yıldızlar yorgan olup üstlerine örtülürdü. Hışırdayan ceviz yaprakları görmüş. Adam, koşup çıkarmaya çalışırken hayvanı bir ömür harcadı. Çok ağlayanı oldu. Hayvan değildi balçığa saplanan. Kader. Üstüne yapışan bir uğursuzluk gibi, bir canavar gibi tünedi ocaklarına.

Kendimi çıkaramadım. Onu sevdim. Ben yalancı değildim. Zavallıydım belki. Niçin sevilir bilmiyordum. Dilim tutulmuştu. Bu sokaktan geçmesem içimde bir şeyler durmadan yalan söylüyor. Dedim, ben yalancı değilim. Ne olur olursa? Annem “alırız” dedi. Almak değil, kahrolmak istiyorum ben. Başkalarına gittikçe. Yıldızların uzaklaştığını hissettikçe. Sabah üstümden sıcaklıklar gittikçe. Güvercinler camiyi terk etmiş. Kaçırdığım her şeyin bir ipi var. Boşlukta salınan ve suçlayan. İsterdim. Babamla aynı sofrada olalım. Yıllarca ekilmeyen tarlalar gibi. Birlikte otursak bile sofra bezindeki geyik desenleri, ekmek kırıntıları, çay lekeleri bana daha yakın. Bu şekerler, çay kaşığı bana gülümsüyor. Babam gitti. Her gitmek biraz gelmektir. Hatta düpedüz gelmektir aslında. Babam yıllardır gidiyor. Hâlâ bir geliş birikmedi. Söğüt yaprakları bütün bir şehri buraya çağırıyor. Gelin sevin bu çocuğu. O sevilmeyi istiyor. Söğüt yaprakları yüzüme dallarını vuruyor.

Kaşda döşeklere uzanmış radyo dinliyoruz. Caz saati. Kanallar arasında hışırdayan sesler. Uzandığım yıldızlar. Rüzgâr. Bir türkü sesinde yüzler gevşeyip yataklarında yer beğeniyor. Adı Ahmet’ti. Var gücüyle asılıyor. Hayvanın gözleri fırlamış. “Ben öldüm” diyor. Ahmet bu gözleri biliyor. Yalvarışını. “Senin suçun bu” deyişini. Var gücüyle asılıyor. Tutunduğu ağacı bıraksa ikisi birden mırığa gömülecek. Annesi bir güz elması gibi kuruyup gittiydi. Çalınmış bir su gibi. Onu bekledi. “Anam” demek için. Ağaçların dibini açıp ocaklara giden su yollarında bu Kara Ahmet... kopacak kolları. “Anam” diyecek. Bir kurtulsa şuradan bir Bafra yakacak. Sergide bir Samsun vardı. Üvey kardeşinin getirdiği. Anasının oğlu. Onu bir evlat gibi sevdi. Hayın değil. Karısı hayın. Ebecük ağızlı. Bir doğru avrat bulamadı ya... Elleri gevşiyor. Tutamıyor. Kayıp gidiyor öllüğün körü. Anasının oğlu. Kalbi koptu kopacak. Biri yetişse. Şuradan çıkayım kendi elimle vuracağım. Vurulur mu? Vurulmaz mı? Ben bitmişim babam...

Herkesi bir yana bıraktım. Tüm akrabaları. Ben bile kalabilirim geride. Her gittiğin yerde bir mabet, bir güzel toprak, bir doğum rüzgârı eser. Ayrılık sırtını yasladığın ağaç. Bu ışık... gece boyunca yanında kalan. Senin nefesini alıyor. Gözlerinin ferini. Sevdiğim tüm kadınlar ağzımda acı bir tatla kuruyor. Aşk hangi aynaya bakarsan bak senden geçecek. Buraya gelmek için kendini sınaman gerekiyorsa durma. Oraya giden yolu sorarak bulamazsın. Kardeşlerini arıyorsun. Kardeşlerin koptuğun yerde değil düştüğün yerde olacak.

Babasının öldüğünü bilmiyordu. Kardeşi konusunda haklıydın. Böyle olacağını kimse bilmiyordu. Yalnızca bu ölüm... başka şeyleri anımsattı. Seneler evvel ölen üç adamı. İki kardeş silahlarıyla bostana gidiyorlar. Bostanda üç kişi onları bekliyor. Kardeşlerden biri daha silahına davranmadan vuruluyor. Diğeri, adamlardan ikisini haklıyor. Üçüncü adam kaçıp jandarmaya haber veriyor. Hatta anlaşılan o ki kimse vurulmadan kaçıp yola düşmüş o. Neyse... Abisinin öldüğünü anlayınca bizimki oradan tüymüş. Artık nereye gittiyse... bir süre kaçak yaşadı, yakalandı. Birkaç sene içerde kaldı. Sonra salıverdiler.
Bu bizim...
Evet o.
Bir süre kan davası güttüler. Neden sonra Ahmet Ağayla dünür oldular. Her şey iyi gibiydi. Sonra bir şeyler ters gitmeye başladı. Ahmet Ağa biliyordu ama kimseye demedi. Hayvanı kurtarmaya çalışırken dünürü yetişmiş. Hayvanı çıkarmışlar. Amma velâkin Ahmet Ağa eve gelince fenalaşmış. Rahmetliyi kalp götürdü diyorlar.
Keşke bıraksaydı hayvanı.
Adamcağız hangi birini bıraksın.

Bütün gece ağlamalar dinmedi. Onlar duvara vurdukça aklım başımdan gidiyor. Elimden ne gelir? Kapıdakiler eşkıya. Gavurun dölleri. Kim oldukları belli. N’apabilirim? Kim n’apabilir? Kesin silahları var. Gelinler ağlıyor. Ben onlara dedim. Demedim mi? Oğlum başka zaman gidin şehre diye. Ortalık kötü. Bu Ahmet söz dinlemiyor. N’olacak şimdi? Yazık! Tüh namussuzlara! Mavzeri alsam... Daha yeni gelin. Namussuzlar! Vay başıma gelen!
Sonra?
Mavzer sesini duyunca kaçmışlar.
İyi bari.
Evet. Mavzer sesi iyi bir hikayedir.
Hikaye mi!
Evet. Devrilen traktör de, iki kişiyi haklama da.
Peki aslı ne bu işlerin?
Aslı... Aslı şu. Bu çocuk niye döndü şehirden?
Adnan mı?
Evet...
Bilmem ki... Peki ya kadın, kızları?
Şehre gittiler, bir apartmanda kapıcılık yapıyorlarmış. Temizliğe falan gidip... gerçi kızları bilmiyorum. Ama bitti onlar. Tükendiler. Kaç kez hem de... Bu köyde güvercinler vardı eskiden. Çekip gitti. Ama kimse konuşmak istemez bunu. Neyse...

Güvercinler havalandığında ağaçtan geriye ne kalırdı? Babamdan geriye ne kalırdı? Ekmeği katıktan ayırsa... Adnan. Adnan saçları üç numara diz çökmüş sofrada. Üzüm tanelerinden geriye ne kalırdı? Sökülmüş pilli radyodan geriye kalanlar? Kuş tüyleri. Kalemtıraş döküntüleri. Silgiler. Okulun merdivenleri. Ayva ağaçları. Duvar boyu akan sular. Zeynep olmasa ne kalırdı? Cevize doğru yürüyen bu yol olmasa? Kalkıp geri gelirdi. Geri gelse onu sevmesi geçer miydi? Dişi ağrıdığında sabahlara dek uyumadığında ve sonra geçtiğinde unuturdu yine. Zeynep her an her şey. Yıllar geçse Zeynep bir yerden yine çıkıp gelir. O bilmez. Bir taş olur. Bir taşın sıçrayışına mektup yazar. Büyük bir kaya “ben onu sevdim” der, ateşin başına çökmüş. “Kızım gibiydi.” Oturur konuşursun. Gözlerde biriken yenilgilerin seyirmesini izlersin ve sonra kederli çekilmesini umutsuz karanlığına. Dalıp gidince bir hayırsıza bir taş sıçrar öndeki kamyondan şak diye tuz buz eder camı. Cam dediğin Zeynep, taş dediğin Zeynep. Sarıldığın Zeynep, korktuğun Zeynep.

Adnan yola çökmüş Zeynep’i düşündü. Güvercinleri sormuştu. “Tekçam’ın orada” demişti. “Olur mu!” demişti Zeynep. “Burada, caminin çatısındalar.” Hayır, güvercinler orada. Tekçam’ın orada. Zeynep Adnan’ı ceviz gibi avcunun arasında ezdi. Bakışları püfür püfür. Bir serinlik yaktı içini. Adnan gölete kadar koştu. Kolları savrula savrula. Yanakları. Dudakları. Sarhoş. Hepsinin içinden birden soyundu. Kim var kim yok attı kumlara. Göletin sularına daldı. Aşk, suların içinde su bırakmadı. Her şey ışık demetine karışıp kayboldu. Adnan serin suların içinde. Adnan dışında Adnan’ın. Sular Adnan’ın içinde devinip dönen, dökülen. Adnan’ı arayan. Adnan kaçan, kovalayan. Adnan gölet. Kumların bittiği yerde, bu halkanın içinde, açılan kapının eşiğinde, kıvrılıp yatmış. Boşlukta salınan bir tüy. Bir kelime. Bir kelime zerresi. Bir harf bile değil. Bir cümlenin gölgesi. O kitabın kokusu. Adnan Zeynep’in boyadığı. Zeynep Adnan’ın ağzında çiğnediği dil.

Soğuk bir akşamdı. Yaşlı kadın pencerenin kenarında karanlığa bakıyor. Soğuktan çeneleri takırdıyor. Elleri koltuk altında ileri-geri devinip titremesini geçirmeye çalışıyor. Köyün bütün ocaklarını yaksan, hatta köyü ateşe versen bu insanlar ısınmaz. Onlara iyi gelecek şey bir ayakkabıdır belki. Bir mendildir, şehre inilip getirilmiş. Aşka dokunan bir an. Bir çocuğun kalbi uçmak isterse ona ne uçak gerekir ne pist. Ama büyükler iyi bilir uçağın kalkamayacağını, kanat boyunun yetmeyeceğini, yakıtın olmadığını... Bir sürü imansızlık icat edebilirler yani. Kalk uç deseler, yok. Bir suçlayıcı evden çıkabilse, sokağın diğer sokağa kavuştuğu yere dek yürüyebilse... geçecek. Her şey geçer. Ama yürümeyen biri için bütün sokaklar aynı. Bütün köşeler komşuya gidip saatlerce gelmeyen anne. Akşam olsa ne olur? Kılınmayan bir namaz seni çağırmıyorsa, başkasının sana söylediği nedir?

Bunu istememişti. Çayını karıştırırken düşünceleri kendi yanına çağıran bir çoban gibi, bir usta gibi. Bu iş birazdan onun dediği gibi olacaktı. Kaşığı kenara bırakıp çayı alırken sordu?

Ne diyorsun Ahmet Efendi?

İlgisiz, çayını içti. Bardağı ağzından çekerken kaçacak bir yer bırakmadan sordu. Bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur? Kız benim kızım, benim evladım. Canımı istese bu kadar zor gelmez. Bu adam her şeyimi alacak. Bahçeyi, kızımı, oğlumu, karımı. Hayır desem... Allah belasını versin senetlerin. Ah oğlan! Yaktın ocağımı!

Düğünden sonra kimse bunun hakkında fazla konuşmadı, kimse şikayet de etmedi. Kimse fısıldamadı bile. Alışıldık değildi bu...

Kadın ve kızı sabahın ermesini bekliyorlar. Günlerdir böyleler. Aynı evde aynı odada ama birlikte değiller. Kaybetmişler birbirlerini. Bir ananın yavrusunu kaybettiği zaman gözleri ne olur? Yavrusuna uzanan bir el. Kopasıca bir el. Bunun için kendi canını hiç çekinmeden kor. Ama bir kadın kendini kadere kaptırınca yalnızca seyreder. Acı çekmeyi, tatması gereken bir şey gibi, ince ince bir yaprak gibi sarar. Sonra buyur eder erkeklere, kadın erkeklere, tüm cazgır takımına. Bekliyorlar. Ezan sesiyle kıpırdanıp doğrulmak geçiyor içlerinden. Rutubetli hava ciğerlerinde bir şeyleri sıkıyor. Göz göze gelmektense önlerine, geçmişe, karanlığın açık kapısına çeviriyorlar bakışlarını. Bir hiçe yumuyorlar gözlerini.

Uyandığında gidebileceği bir yer olmalıydı. Bu rüyanın ona anlatmak istediği. Solan çarşafların... Güllerin rengindeki değişikliği umursamayan insanların. Babasının kendisinden başka içen olmadığı halde sakladığı Samsun paketinin, büyüyen kedi yavrularının, artık kendini sevdirmeyen kedilerin bildiği bir şey olmalı. Gördükleri bir şey. Gittikleri ve artık değişerek geldikleri bir yer. Azalan güvercinler için. Onlar için değil aslında kendisi için bir şey yapmalıydı. Öğretmeninin bile ondan beklemediği... Bunu yapabilirdi. İstese. İstemiyordu işte. Erteliyordu. Bu şey onu bir el olmuş istiyordu. Bir kapının hep dışında kalmak. Babası olduğunu sigara kokusundan bilirdi. Adnan sigara içmiyordu. Adnan’ın söylediği yol... bir- iki sefer o tarafa gitmişti. Ama bir şey yoktu orada. Hep geri dönmüşlerdi. Babalarına aş götürecek olsalar o, onları çeşmenin başında karşılar, gerisin geri savardı. Çebişgilin eve varıncaya dek izlerdi onları. O yol nereye gidebilirdi ki. Güvercinler neden gitsinler oraya? Yorganları demetleyip yüklüğe yığdı. Yer minderlerini düzeltip yüklüğün kapılarını sıkıştırırken okulun bir daha geri gelmeyeceğini düşündü. Yüklüğe yaslı bir süre öylece kaldı.

Nereye gitsem bu zırıltı. Gelmişlerini geçmişlerini iyi ettiğimin... Herkesin işi biz. Gözleri üstümüzde. Yürüsek bilirler. Koşsak bilirler. Olmayan akıllarıyla işimize karışıyorlar. Gelmiş “ettin mi?” diyor. Sana ne! Sen kimsin ki! Ben senin oğluna kızına karışıyor muyum? O gavurun dölü yok mu? Adnan’ı başıma saran. Hep senin yüzünden. Hep. Oh olsun! Sana az bunlar. Kıran giresice! Gelmiş traktörü istiyor. Tekerinde paran mı var lan senin! Ne verdin de ne istiyon? Sen şehirde sürterken biz burayı adam ettik adam...

Yolun kenarında ismi bilinmeyen küçük çiçekler, dikenler var. Her biri küçük sıkıntılar halinde öbeklenmiş, yolun kıyısında kalmış. İsminin bilinmemesi buralı olmamaktan. Buralı olduğun halde yıllarca dışarıda kalmaktan. Bu toprak. Toprağın rengi, insan ve hayvan yüzleri isimlerin yerini alıyor. Bu çiçek, sabah avluda gördüğüm oğlak. Bu çiçek de Menevşe Teyze. Bu taş, Osman Amca. Bu taş parçası, Cemile. Bu diken Hüseyin Enişte. Bir zamanlar bu yolun burada olmadığı, gidenlerin gittikleri yeri bilmediği anlamına gelmiyor. Kelebekler çarpıp yönlerini değiştirince rüzgârın getirdiği kokudan anlıyorsun. Orada kim ne demiş, kim yüreğinden atamadı bir acıyı, haykırdı. Kim fısıldamış içinden çıban arayan cerahati... Öteye yaklaştıkça büyüyen beyaz tepelerin ve bodur ağaçların duruşunda bir oturaklı heybet var. Güvercinlerin topladığı ruhlar, hastalıklar.. gözle görülmeyen küçük bir dünya kurmuş. Dışarıda kalanın içeriye hapsedilmiş cevheri. Burada yüzleşmek için birikmiş o kadar çok şey var ki. Kimi bir ceviz ağacı görür burada kimi Tekçamı. Bense vadiyi görüyorum. Yağmur sularının gelmesi için değil. Aşk için orada olan. Suyun kaynağına eğilip kalbimi kavaklardan öteye çevirince gördüm. Aşk diyordu. Aşk. Elini birden omzuna götürdü ve dizlerinin üstüne çöktü. Kanlı elini gördü. Güzeldi diye düşündü acıyla. Yüzükoyun yere kapaklandı.


Bülent Ata


Maça Beşlisi

Ölü Yavru Kedi

ANA SAYFA

posted by Bulent Ata  # 04:43

Archives

Ağustos 2003  

This page is powered by Blogger. Isn't yours?